Haluk Önal

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt  
-ebilseydim...

Teoman bir şarkısında; “Vakit bir türlü geçmezken, yıllar hayatlar geçiyor” der. Sanırım böyle düşünen sadece Teoman değil. Bense bir tek zaman için değil, birçok konuda paralel görüşlere sahibim.
Hayatım boyunca zaman algım dahi her şeyimin bu derece eklektik olmasından da sıkıldım artık. Hem mutlu hem üzgün, hem kızgın hem sakin, hem inançlı hem inançsız, hem güçlü hem zayıf, hem zeki hem de aptal... Zıtlıklarla dolu bu sıfatlar listesi daha uzar gider...

Galiba artık bazı konularda tarafımı seçmeliyim. Mesela; “Zeki miyim, aptal mıyım?” konusunda. Mesele illa zeki olmak da değil aslında. Bir insan zekiyken de mutlu olabilir aptalken de, ama hem zeki hem de aptal iseniz mutlu olmanız neredeyse imkansız…

Düşünsenize olabilecek en aptalca hataları yapıyorsunuz ve bunların ne kadar aptalca olduğunu da gayet iyi kavrayabiliyorsunuz. Bu kötü bir şey. Keşke aptallıklarımın ne kadar aptalca olduğunu kavrayamayacak kadar aptal olsaydım. Ayrıca durumun bir de toplumsal boyutu var, tıpkı John Lennon'ın dediği gibi; “They hate you if you're clever and they despise a fool” (Eğer zekiysen senden nefret ederler aptalsan da aşağılarlar) diye. İşte ortada olunca her iki durumu da yaşayabiliyorsunuz. Aslında yanlış ifade ettim, ortada değil aynı anda her iki uçta demem lazımdı. İnanç meselesi de öyle benim için. Ne inanıyorum ne de inanmıyorum. Daha doğrusu ne inanabiliyorum ne de inanamıyorum. Bu da ayrı bir aptallık, farkındayım.

Bundan birkaç yıl önce ben de çok aptalca bir karar almıştım. “Herkese yalan söyleyebilirim ama kendime asla” şeklinde. Daha sonra da kendi kendime itiraf edemediğim ne varsa itiraf ettim.

En başta inanç ve Tanrıyla ilgili itiraflar. İnançsızlık kişinin kendine karşı dürüstlüğünün son noktası haline geldi benim için. Çünkü mantıksız olduğunu düşündüğüm bazı şeyleri sırf annem ve babam mantıklı buldukları için, sırf iki milyar insan da öyle düşündüğü için ve sırf “ya haksızsam öteki tarafta ayvayı yer miyim” diyecek kadar korkak olmadığım için.

En önemlisi kendime karşı dürüst olduğum için göz ardı edemedim. Öte yandan da yalnızlığın en saf halini en çaresiz durumlarda dua edemediğimde hissettim. Ancak inanın bana, ben de inanmayı çok isterdim. Çünkü inanmak, inanmamaktan çok daha kolay.

Ama dediğim gibi artık bir tarafı seçmek zorundayım.

Sanki zıtlıklar ve çelişkilerle dolu olan bir tek benim hayatımmış gibi konuştum galiba. Hayatlarınızın toplamı olan dünya benden pek geri kalmıyor.

Örneğin masallar! Masal deyip geçmeyin, hiç bir masal sırf çocuklar avunsun diye yazılmamıştır. Masallarda hep sembol olarak kullanılan hayvanlar vardır ya, onlara takmış durumdayım şu an. İnsanlar da bir garip. Çocukluğun erken dönemlerinden başlayarak beynimize kazırlar bazı şeyleri bu dediğim sembolleri kullanarak. Mesela karıncalar çalışkandır, Ağustos böcekleri tembel; kurtlar kötü yüreklidir, tilkiler kurnaz, aslanlar cesur, çakallar ise sinsi ve fırsatçıdırlar. Bütün bunları kazırlar beynine, sonra sen karınca ya da aslan olmaya kalktığında insanların aslında senin kurt, tilki ya da çakal olmanı beklediğini fark edersin. Ağustos böceklerinin durumu biraz farklı onlar hep kaybedenlerin tarafındalar. Galiba sadece masallarda olması gerekenler olması gerektiği gibi. Belki de gerçek hayatın tatmin edemediği insanlar tarafından yazıldığı için bunun gibi ideal şartlar sadece masallarda yer alıyor.

İdeal şartlar deyince söyleyeyim hemen, ideal şartların gerçek dünyada asla yer alamayacaklarını düşünüyorum… Onlara sadece yaklaşabiliriz ama asla ulaşamayız. Çok fazla masal okumuşum galiba.

Anton Çehov’a hikayelerinin neden bu kadar kısa olduğunu soranlara; “Daha az uğraşmak isteseydim daha uzun yazardım” yanıtını vermiş… Hikaye yazmak zordur, kısa olanları yazmak daha da zor. Çünkü gereksiz her kelimeyi silip atmanız gerek. Keşke hayatımızdan da gereksiz her şeyi silip atabilseydik. Ama o zaman da hayatımız bahsettiğim şu ideal şartlara ulaşmaz mıydı? Ve de çok kısa olmaz mıydı? Neyse ki durumun böyle olmasını engelleyen termodinamiğin ikinci yasası var. Woody Allen 1992 yapımı “Husbands and Wives” (Kocalar ve Karılar) isimli filminde ünlü yasayı şöyle açıklar: “Sooner or later, in time, everything turns to shit”.

Bu karmaşık, anlaşılması çok güç yasayı daha sade ve güzel ifade edenin olduğunu da sanmıyorum. Hiç bir şey olması gerektiği gibi kalamaz, hiç bir güzellik sonsuz değildir, hiç bir sistem düzensizlikten kurtulamaz, gereksiz kısımlar hayatımızdan çıkamaz ve masallar da asla gerçek olamaz demek. İşte hayat için çelişkinin son noktasına ulaştığı yer tam da burası.

Bilirsiniz Ferzan Özpetek'in bir filmi var “Saturno Contro” (Bir Ömür Yetmez)  diye. Gerçekten güzel olan, mutluluk verici dediğin hiçbir an’ın kalıcı olmadığından bahsediyor. Birçok kez ben de hissetmişimdir bu duyguyu. Bazı anlar gerçek olamayacak kadar güzeldir. Belki, gerçek de değildirler. Gerçek bile olsalar hemen termodinamiğin ikinci yasası devreye girer ve beyninizde birkaç bin nöronun azalarak sakladığı bulanık anılara dönüşürler o anlar. Biliyor musunuz aslında kötü olan o an’ın bozulması değil? Kötü olan bunu bilmek. O an’ın keyfini yaşamaktansa, bitecek olmasının endişesini yaşamak. O yüzden demişler ya; “cehalet mutluluktur” diye.

Keşke cahil ve mutlu olabilseydim. Düşünmeden yaşayabilseydim. Tüm bu çelişkileri fark edemeyecek kadar kör olabilseydim.

Keşke…





Copyright 2011 Panoport.org All rights reserved Designed by Panoport