Haluk Önal

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt

Ne o gün, ne de daha sonra…


Kadın ağlıyordu, adam ise kulağına ulaşan her hıçkırık sesi ile biraz daha öfkeleniyordu. Dişlerini, çenesini ağrıtacak kadar sıktığını hissetti birden, göğsünün sıkıştığını… Karnının ağrıdığını ve parmaklarını tek tek istemsizce kütlettiğini fark etti. Konuşmak istiyordu ama konuşabilecek kadar  gücü bile yoktu.


Kadın kanepede oturmuş, başı hafifçe sola hoyratça düşmüş bir vaziyette adama bakmaktan korkarken elleri dizlerinin önünde kenetlenmiş, titriyordu. Artık adamın tahammül sınırını aşmıştı hıçkırık sesleri. Ayağa kalktı adam, bir an durdu sandalyesinin önünde. Sonra baktı kadına doğru… Dolanmaya başladı odanın içinde. Pek bir şey yoktu zaten odada. Kendi oturduğu sandalye, kadının sığındığı tozlu kanepe ve eski, bir ayağı kısa tahta bir masa. Sıradan ve basmakalıp sayılabilecek bu nesnelerden biriydi artık onlarda sanki…

Bu kadardı işte kaderin olmasa bile yanlış kararların onları sürüklediği bu yeri dolduramayanlar…

Adam çaresizce dolandı durdu bir süre. Kendine zarar vermek, hırpalamak hatta kulaklarını koparmak istedi. Tüm beynini sarıyor, her bir beyin hücresine acı çektiriyordu çaresizliğin sesi. Arkasını döndü kadından kaçarcasına, duvara döndü. Derin bir nefes alabildi en sonunda… Küf kokusunu hisseti duvardan yayılan. Yeşil duvarın üst kısmında yoğunlaşıp aşağı doğru uzanan küfe baktı bomboş; Parmakları duvarın kabaran boyasının oluşturduğu yarıklarda gezindi. İki elini yasladı duvara, başını öne eğdi, bir damlanın burnunun ucundan yere yolculuğunu seyretti ve son bir nefes daha çekti içine…

Sonra çıktı gitti odadan. Bir daha da dönmedi. Ne o gün, ne de daha sonra… Kadına bıraktığı tek anı, kösele ayakkabısının o giderken çıkardığı sesin yankısı oldu…

Gittiğine aldırmadan…





Copyright 2011 Panoport.org All rights reserved Designed by Panoport